Meşrutiyet Döneminde Halk Eğitimi İçin Yapılan Çalışmalar

Meşrutiyet Döneminde Halk Eğitimi İçin Yapılan Çalışmalar

23 Temmuz 1908’de, Meşrutiyetin tekrar ilânından itibaren ülkenin her yanında yoğun bir halk eğitimi çalışması başlamıştır. Bu çalışmayı özellikle, siyasî partiler, dernekler, okullar yürütmüş, basın da halkı teşvik etmiştir. Bu halk eğitimi faaliyetleri daha çok gece dersleri, konferanslar, kurslar… şeklinde yapılmıştır. Okuma imkânı bulamamış

yaşlılara, kızlara, yoksul çocuklara, tutuklulara okuma yazma, hatta bazı meslekî bilgiler öğretilmeye çalışılmıştır. Üzerinde durulan derslerin bir kısmı şunlardır: Okuma Yazma, Hesap, İktisat, Defter tutma, Ziraat,. Elektrik, Yabancı Dil, Dikiş, Nakış, Hastabakıcılık

Bazı dinî yayınlarda, vâizlerin Meşrutiyet rejimini halka anlatıp benimsetmeleri gerektiği de yazılmıştır.Meşrutiyet döneminde hemen her alanda olduğu gibi, halk eğitimi alanında da, özellikle Balkan Savaşları felâketleri uyarıcı olmuştur. 1908’den sonra bir çok kadın dernekleri kuruldu. Bunların Balkan Savaşları sırasında toplantılar, konferanslar düzenlediği görülür. Ocak ve Şubat 1913’te Darülfünûnda yaptıkları toplantılarda, genellikle öğretmen kadınlar konuştular ve Balkan Savaşlarında Bulgar, Sırp, Yunanlıların Türklere karşı giriştikleri soy kırımı ve vahşeti, insan hakları savunuculuğunu yapan Avrupa Devletlerinin bu duruma seyirci kalıp bilakis zulmü teşvik ettiklerini dile getirip protesto ettiler. Toplantılarda özetle şu kararlar alındı:

  1. Ülkede sanayi ve ticaret teşvik edilmelidir,
  2. Yerli malı kullanılmalıdır,
  3. Hindistan, Türkistan, Rusya’daki Türk kadınlarına telgraf çekerek Hıristiyanların zulmü anlatılmalı, bu kadınlardan yardım istenmelidir,
  4. Hıristiyanların Balkanlarda giriştikleri vahşete tepki göstermeleri için Avrupa Kraliçelerine telgraf çekilecektir,
  5. Osmanlı ve başka ülkelerdeki Türk kadınlarından maddî yardım (ziynet eşyaları vs.) toplanacaktır.

1908’den sonra, Türk Derneği, Türk Yurdu ve 1911’de Türk Ocağı dernekleri kuruldu. Bunlar, o dönemde gittikçe güçlenmekte olan Türkçülük akımı lehinde konferanslar düzenliyor, yayın yapıyorlardı. Baltacıoğlu’nun Türk Ocağı konferansları içinde 1913’te verdiği Terbiye-i Avâm (halk eğitimi) başlıklt bir konferans 1914’te basılmıştır. Bu kitapçık, halk eğitiminin anlamı, konusu, kapsamının belirlenmesinde bizde ilk ve önemli eserlerdendir. Bu nedenle üzerinde durulması gerekir:

Baltacıoğlu, Meşrutiyetin başında açılan gece derslerini şöyle değerlendirir: “Bu derslerden amaç ne idi? Cahil halkı terbiye etmek değil mi? Fakat bu dershaneler kısa bir müddet yaşayabildi. Buna neden olarak, ‘para yok’, ‘öğretmen yok’, ‘halkta, heves yok’ diyenler oldu. Bunlar da birer sebepti, ama, asıl sebep, bizim ‘avâm ter biyesi’ (halk eğitimi)ni bilmememiz idi. Biz sanıyorduk ki, hammallara, satıcılara biraz Alfabe, Kıraat okutuvermekle onların düzeyini yükseltmiş ve onları eğitmiş olacaktık! Fakat olaylar bizi yalancı çıkardı. Çünkü, ne o hammallar derse devam ettiler, ne de okuyanlar biraz olsun değişti! Gerçekten, halkın eğitimi böyie basit bir okuma yazma He değişemezdi!”Baltacıoğlu, “o halde halk eğitimi nedir?” dîye sorar ve der ki:

“Halk eğitimi, özellikle bizim gibi bedenî; zihnî çöküşlere, iflaslara uğramış bir memlekette, halkın çürüyen ciğerlerini, kuvvetsiz bacaklarını kurtarmak, kör gözle-rini açmak, donmuş kalbini işletmek, kuruyan azmini, teşebbüsünü canlandırmaktır. İşte, bu memlekette halk eğîtimi budur; Alfabe, Kıraat okutmak değildir…” Baltacıoğlu’na göre, böyle bir halk eğitimi verilmediği içindir ki insanlarımız bayrağına, vatanına, ticarete… ilgisiz kalıyor.

Baltacıoğlu, halkı eğitmek için, önce, halkın nelerden etkilendiğini, terbiyesinin nelerden bozulduğunu araştırır ve özetle, der ki: Halkın terbiyesi, cahil vâizlerin elinde, kahvehanelerde, tekkelerde, evlerde, sokaklarda bozuluyor, dilencilerle karşılaşmaktan, şehirlerin içindeki mezarlıklarla içiçe yaşamaktan bozuluyor…

Vaizlerle İlgili olarak der ki: “Halkımızın terbiyesi camilerde cahil vâizlerin elinde bozuluyor. Burada demek istediğim, halkın kalbini miskinlik, dünyaya ilişkin nefretle dolduran, miskince kanaati, çalışmamayı bir din ve ahlâk gibi telkin eden cahil vâizler güruhudur. Halkın mukadderatına en çok etki edenler, biz eğitimciler değil, bu cahil vaizlerdir. Halk bizim konferanslarımızı dinlemeye gelmez, fakat camideki yanlış telkinleri dinlemekten zevk alır. Cahil vaizler, masum halkın ruhuna giriyorlar, kalplerine zehir akıtıyorlar ve başarıyorlar! Camide o zehirleri alan halk hayatta çalışmaz, emelsiz, isteksiz yaşar, sürünür, dilenir… bir halk oluyor. İşte, bizde cami öğütçülerinin istediği, böyle mezarlık bir millettir.”

Mehmet Âkif de, Balkan Savaşları sırasında Bayezid, Fatih ve Süleymaniye camilerinde çok önemli konuşmalar yaparak halkı aydınlatmaya, uyandırmaya çalışmıştır. O konuşmalarını bazı Âyetlerin yorumu ile desteklediği için geniş bir dinleyici kitlesi bulmuştur. Bu konuşmalar, ayrıca Sebîlürreşat gazetesinde basıldığı için her tarafa yayılmıştır. Akif’in görüşleri özetle şöyledir: Batılılar, ele geçirmek istedikleri bir memleketin halkı arasına önce tefrika (ayrılık, bölücülük) sokarlar ve çeşitli toplumları birbirine düşürüp boğuştururlar.

Emrullah Efendi’nin Türk eğitim tarihindeki yeri

Mülkiye Mektebinden mezun olan Emrullah Efendi (1858-1914) Mutlakıyet dö­neminde Yanya, Selanik, Halep, İzmir’de maarif müdürlüğü, sonra Meclis-i Maarif üyeliği, Darülfünûn hocalığı yapmış, 1908’den sonra Galatasaray Sultanîsi müdürlüğünde bulunmuş, 1910-1911 ve 1912’de iki kez Maarif Nazırlığı yapmıştır. Onun eğitim tarihimizde yer tutması, özetle, aşağıdaki nedenlerden ileri gelir:

  1. 1886’da Selanik’te Mecelle-i Muallimin adında bir öğretmen dergisi ile 1902’de Muhitülmaarif adlı ansiklopedik bir lügat ve 1911’de Yeni Muhitülmaarif adında on beş günlük bir gazete yayınlamıştır.
  2. İdadileri Sultanî yapmış, 1912’de Darülfünûn Nizamnamesini çıkarmıştır.
  3.  O, Sultanîlere Felsefe ve Malûmat-ı Medeniye ve İktisadiye derslerini, ilkokullara da Riyaziyat, Tabiiyat, Beden Eğitimi, Hıfzıssıhha, Musikî, Memleket Coğrafyası, Memleket Tarihi, Umumî Tarihe ait kısa bilgi, Köy İktisadı ve Sağlığı, Terbiye-i Ahlâkiye ve Vataniye derslerini koydurmuş ya da bunların daha fazla özenle ele alınmasını istemiştir.
  4. Tûba Ağacı Nazariyesi denen bir görüş ortaya atmıştır. Buna göre eğitimde yenileşme ve düzenlemeye aşağıdan  (ilköğretimden) değil, yukarıdan (Darülfünundan) başlanmalıdır. Cennetteki Tûba Ağacının kökleri yukarıda, dalları ve meyveleri aşağıdadır. Bizim eğitimimiz de yukarıdan aşağı geliştirilebilir. Çünkü bizde önce bilimsel zihniyet kurup geliştirmek gereklidir: Bunu da Darülfünûn yapabilir. Ona göre insanlığın gelişmesi de bilimlerin üniversitelerde geliştirilmesi ile sağlanmıştır. Ayrıca, ülkelerin ivedilikle ihtiyaç duyduğu “yetişmiş insan” da ancak kısa sürede Üniversite tarafından yetiştirilebilir. Oysa, eğitim reformuna ilköğretimden başlamak hem uzun sürede ürünlerini verir, hem de kapsamı nedeniyle çok masraflı olur.
  1. Fakat Emrullah Efendi Nazırlığı sırasında ilköğretime de önem vermiştir. Hatta, Tûba Ağacı Nazariyesini savunurken bile o aslında eğitimin temelinin ilköğretim olduğunu söylemiştir. Bizde ancak, 1948’de gerçekleşecek olan “ilkokul öğretmenlerine Devlet bütçesinden maaş verilmesi” ilkesini savunmuş, halkın yıllık olarak ya da bir süre parayla tuttuğu “yıllıkçı muallimlerle ya da mahallî gelirlerle ücreti karşılanan muallimlerle ilköğretimin gelişemeyeceğini söylemiştir. Ona göre Devlet ilkokul öğretmenlerinin maaşını kendisi vermeli, onlar üzerinde her türlü yetkiye sahip olmalı, fakat okul binalarının yapımında halkın katkısı istenmelidir.
  2. “Muallimlik bir meslektir” diyerek gelişmesi için çaba harcamıştır. Bunun için, memurlardan ek görevle okuldan okula derse koşan “seyyar muallimleri” kaldırma, öğretmenlerin maaşlarını artırma yoluna gitmiştir. O, öğretmenin, saygınlığını bilgisi ve uygun davranışları ile koruması gerektiğini vurgulamıştır.

Satı Beyin Türk eğitim tarihindeki yeri

Mülkiye Mektebinden mezun olan Satı Bey (1880-1968) aslen Araptır. Kayma-kamlık ve öğretmenlik yapmıştır. II. Meşrutiyetin ilânından sonra bir süre İstanbul Darülmuallimîni müdürlüğünde bulunmuştur. Satı Bey, Türkçü değil, Osmanlıcı görüşlere sahipti. Fakat Türkçüler kendisine büyük saygı duyuyorlar ve ona, eğitim bilimi konularında değerli çalışmaları nedeniyle “Türk Frobel’i” diyorlardı. Asya’daki Türk ülkelerinden bir çok öğrenci gelip Darülmuallimînde ondan yararlanmaya çalışıyordu. Ancak, Satı Bey, 1918’de, I. Dünya Savaşının ülkeyi içine düşürdüğü felâket günlerinde ülkeden ayrılıp Suriye’ye gitti ve Arap milliyetçiliğinin hizmetine girdi. Daha sonraları da bazı Arap ülkelerinde önemli eğitim görevleri üstlendi.

Onurı eğitim tarihimizde yer tutması başlıca şu nedenlerden ileri gelir:

  1. Darülmuallimîn müdürlüğü sırasında daha önce açıkladığımız yeniliklere, düzenlemelere girişmiştir (Soru 98).
  2. Darülmuallimîn ve çeşitli düzeylerdeki okulların programlarında Terbiye-i Bedeniye, Resim, Elişi, Musikî derslerinin yer alması ve bu derslerin gelişmesinde büyük çaba göstermiştir.
  3. Malûmat-ı Ziraiye, İlm-i Hayvanat, İlm-i Nebatat, Dürûs-i Eşya, Ziraî Tatbikat, İlm-i Akvam, Fenn-i Terbiye (2 cilt) kitaplarını ve eğitim konusunda pek çok makale yazmış, konferanslar vermiştir.
  4. Toplumda herkesin öğretmenlik yapabileceği zihniyetine karşı çıkmış, öğretmenliğin özel yeteneklere, bilgilere dayanan bir meslek olduğunu savunmuştur. Ona göre, “bu gerçeğin anlaşılamaması eğitimimizin en büyük yarasıdır”.

Satı Beye göre, eğitim meselesi bizde önce bir para meselesinden ibaret görülmüş ve bazı güzel mektep binaları yapılmış, okullar araç gereçle donatılmıştır. Fakat bu güzel binalar çok yerlerde pislik içinde kalmış, sağlanan âlât-ı fenniye (laboratuvar araç gereçlerinin yüzde onundan bile yararlamlmamıştır. Meşrutiyet başında, asıl meselenin muallim meselesi olduğu anlaşılmış, fakat bu işe de hazırlıksız ve çok geniş olarak başlanmış, ilk hamlede otuzdan fazla Darülmuallimîn açılmıştır. Bu mesele en önemlisidir. Fakat alelacele ve çok sayıda öğretmen yetiştirmek yanlış olduğu gibi, öğretmenleri yalnız bilgili ve ahlâklı yetiştirmek de yetmez. Muallimlik her şeyden evvel mürebbilik demektir. Tâlim ve terbiye ise bir hüner, bir sanattır. Bunun yöntem ve ilkeleri Batıda uzun inceleme ve tecrübeler sonunda belirlenmiştir. Bizim muallimlerimizde en eksik olan şey, bu hüner-i tâlim, usûl-i terbiye, bir başka deyişle eğitim ve öğretim yöntemleridir. Bu nedenle, bilgili, hatta âlim muallimlerimiz arasında bile gerçek bir muallimin niteliklerine sahip olanlar pek nadirdir.

5.Ona göre ülkede eğitim reformu Cennette bulunduğu varsayılan “Tûba Ağacı” gibi değil, doğal ağaçlar gibi, örneğin “Kiraz Ağacı” gibi yapılandırılmalıdır. Bu da işe ilkokullardan başlamayı gerektirir. ‘Tûba Ağacı Nazariyesi”ni Eğitim Bakanı Emrullah Efendinin ortaya attığı az yukarıda görülmüştü.

Satı Beye göre, Tûba Ağacı Nazariyesini savunanlar, iki iddia ileri sürerler:

  1. Dünyanın her tarafında önce yüksek öğretim geliştirilmiş, sonra ilköğretim ele alın­mıştır.
  2. Bize her şeyden önce, yüksek öğrenim görmüş bir aydınlar topluluğu lâzımdır.

Oysa, çürük bir ilköğretime dayanacak yüksek öğretim hiçbir zaman gelişemez. Üstelik her ülkede eğitimin gelişmesi önce yüksek öğretimden başlamamıştır. Fransa, İtalya, İspanya, Ingiltere gibi uygarlık hayatı bir-iki asrı geçen ülkelerde önce üniversiteler gelişmiştir. Fakat, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan gibi uygarlık hayatı bir asrı geçmeyen ülkelerde üniversiteler, ilkokullardan sonra kurulmuştur. Örnek: Japonya’da ilkokullar ve öğretmen okulları 1870’de düzene konmuş, ilk üniversite 1877’de açılmış, ikinci bir üniversite açılmasına ise 1899’da girişilmiştir. Yu-nanistan’da ilkokulların ve öğretmen okullarının açılmasına 1824’te başlanmış, üni-versite 1837’de açılmıştır. Bulgaristan’da da üniversitenin açılışı 1888’de olduğu halde, ilköğretim 1870’lerde geliştirilmeye çalışılmıştır.

Satı Bey, bizde Tanzimat döneminde Darülfünûn kurulması çalışmalarının başarısızlığını “önce yukarıdan” başlanmakla, buna karşılık bazı okullarımızdaki başarılı Öğretimi ise, bunlara hazırlayıcı okulların bulunması ile açıklar ve der ki: “Eğitim tarihimizde, açılan kurumlar arasında faydalı olan ve devam edenlerin hepsi, temeli ihmal edilmemiş olanlardan ibarettir: Mekteb-i Harbiye ve hatta Mekteb-i Tıbbiye, ancak altlarındaki Askerî İdadileri ve Rüşdiyeleri sayesinde yaşadı. Mekteb-i Mülkiye ancak, bünyesindeki İdadî sınıfları sayesinde güç ve hayat buldu. İdadiye mektepleri hep içlerindeki Rüşdiye sınıfları sayesinde ürün verdi. Şu halde, bizim eğitim tarihimiz, yüksekten başlamanın sakıncalı olduğunu, her öğretim kurumunun teme-le muhtaç olduğunu gösteriyor.”

Bunu da Okuyabilirsin...
Komorlar Kimlerdir, Nerede Yaşamışlardır? Komorlar Hakkında Her Şey

Fakat, Satı Beye göre, bir İdadî mektebi kurmak için ülkenin iyi ilkokullarla dolmasına ve Darülfünûn kurmak için ülkeyi iyi İdadilerin kaplamasına gerek yoktur. Çünkü, böyle olmasını beklemek çok zaman geçmesine yol açar. Bu nedenle, öğretimin yüksek derecelerini kurmak için bu kadar beklemek doğru değildir. Şüphesiz birkaç iyi ilkokul bir İdadiye, birkaç İdadi bir Darülfünuna mahreç (kaynak) ve temel teşkil edebilir.

Satı Bey, bizde eğitim ıslahatının ilköğretimden başlamasını uygun görmekle beraber, eğitimin tüm düzeyleri arasında ilişkilerin bulunduğunu, hiçbirinin ötekilerden bağımsız, kopuk biçimde ele alınamayacağım da ileri sürmüştür.

6.Ona göre, “siyasî ve İdarî” nitelikli olan Meşrutiyet idaresi bir amaç değil, ancak bir araç’tır. Amaç, Meşrutiyet idaresine ”İçtimaî” (toplumsal) bir yön vermek, gerçek hürriyeti ve ciddi toplumsal ilerlemeyi sağlamaktır. Bu ancak öğretmenler ve İlkokullar sayesinde başarılabilir.

O, öğretmen adayı öğrencileri ülkenin güncel ve önemli sorunları ve çözüm yollan konusunda aydınlatmaya, düşündürmeye büyük önem vermiştir. Örneğin, Kasım 1909’da Darülmuallimîn öğrencilerine “Niçin Geri Kaldık?” başlıklı bir konfe-rans vererek bunun nedenlerini şöyle açıklamıştır:

  • Halkımızın bilgisizliği
  • Yanlış kader ve tevekkül anlayışımız
  • Dinî taassup. Satı Beye göre, OsmanlIların ilerlemeye niyet ettiği III. Selim döneminden 31 Mart 1909 olayına kadar ilerlemeyi durdurup ülkeyi geri götürmek isteyenler hep “din” i kendilerine siper yapmışlar ve bu konuda bilgisiz halkın dinî duygularını sömürmüşlerdir.
  • Azim ve sebat noksanlığı. Bu özelliğimiz de esasta şu nedenlerden kaynak­lanmaktadır: a) Âile içinde çocukların uslu, korkak, pasif yetiştirilmeleri b) Okullarda öğretmenlerin sürekli çalışan, azimli çocukları küçümsemesi ve bu durumu sanki “kalın kafalılık ve zekâ eksikliği” gibi görmeleri c) Aydmiar olarak kendimize, ırkımı» za güvensizliğimiz d) Batının üstünlüğünü ve ona artık yetişemeyeceğimizi peşinen kabullenmemiz.

Öğretmenleri ilk kez “ordu”ya benzeten odur. Böylece öğretmenlerin bireysel: etkinliklerinin yanında, toplu etkinliklerde bulunabileceğini önemle ortaya koymuşi tur: “Bir ordu ki, dış ve maddî düşmanlara değil, iç ve manevî düşmanlara karşı, savaş ile görevli Bir ordu ki, düşmanların en güçlü ve öldürücüsü olan cehaleti imha ile görevli! Milletlerin mukadderatı asıl orduları kadar, hatta ondan daha çok,’bu manevî ordularının güç ve çabasına bağlıdır”

Bizde ilk kez öğretmen-politika ilişkilerini ele alıp işlemiş ve bu konuda öğretmenleri aydınlatmıştır. Ona göre öğretmenlerin, Devletin yönetimi ve ulusal çıkarlar konusuna ilgi duymaları doğaldır. Fakat öğretmenler, çeşitli düşmanlık ve kinlere sebep olan parti çekişmeleri şeklindeki günlük politikaya karışmamalıdırlar. Öğretmenler iyi seçmenler yetiştirmelidirler.

Ziya Gökalp’le giriştiği ciddi ve bilimse! tartışmalarda eğitimin mutlaka mîllî olmayacağını, milli terbiyenin yurtseverlik terbiyesi çerçevesini geçmemesi gerekliğini savunmuştur.

Okul müzeleri kurmuştur.

Mezun ettiği öğretmenleri gittikleri yerlerde izlemeye, onların karşılaştıkları sorunlardan öğretmen yetiştirmede ders almaya çalışmıştır.

Öğretmenlerin hizmetiçi eğitimleri konusunu ilk kez ayrıntılı olarak ele almış, uygulamalara gitmiş, fikirler üretmiştir. O, “muallimlerin tensik ve ıslahı” dediği hizmetiçi eğitimleri için her yıl öğretmenlere yazın bir ay Fenn-i Terbiye ders ve uygulamaları yaptırılmasını gerekli bulur. İstanbul Darülmuallimîni bu çalışmaları yap-mıştır. Satı Bey, taşradaki öğretmenlerin mutlaka İstanbul’a çağrılarak eğitilmelerine gerek bulunmadığını söyler, bunun için “seyyar heyet-i tâlimiye ve tensikiyeler” (gezici hizmetiçi eğitim yapan gruplar), oluşturulmasını önerir.

Tevfik Fikret’in Türk eğitim tarihindeki yeri

Galatasaray Sultanîsi mezunu olan Tevfik Fikret (1867-1915), bu okulda önce öğretmenlik, 1909-1910’da müdürlük, Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği yaptı. Eğitim tarihimizde başlıca aşağıdaki nedenlerle yer tutar :

  1. Şiirleriyle Batılı düşünüşü Türkiye’ye sokmaya çalıştı, zulme, baskıya, kötülüklere isyan etti.
  2. Şiirlerinde genellikle gençlere ve çocuklara seslendi, çocuklar için Şermin adında bir şiir kitabı yazdı. Şiirleriyle bütün bir gençliği yurt sevgisi konusunda etkiledi. Atatürk de ona “hayranlığını” belirtmiş, bazı mısralarını konuşmalarında zik-retmiştir. Gençlere ithaf ettiği Ferda şiirinde onlara şöyle seslenir: Vatan gayurinsanların omuzlan üstünde yükselir,Doymaz beşer dedikleri kuş itilâlara, Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sîzdedir. (…) Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır, Yükselmeyen düşer, ya terakki ya inhitat! Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır! Yükselmeli, dokunmalı alnın semalara,
  3. Satı Beyle olan dostluğu nedeniyle Darülmuallimînde de hocalık yaptı ve Darülmuallimîn marşını yazdı.
  4. Galatasaray Sultanîsi müdürü iken yeni ve ilginç uygulamalara girişti : Öğrencilere konferanslar verdirdi, müsamereler yaptırdı, okul hekimliği kurdu. Onlarla sevgi, anlayış dolu bir öğretmen olarak yakından ilgilendi.
  5. Açmayı düşündüğü Yeni Mektep adındaki özel okulda (8-12 yaş çocukları için) Osmanlıların etkilendikleri kuramsal Fransız eğitim sistemini değil, pratik ve yararcı Anglo-Sakson sisteminin uygulanacağını söylemiştir.

Ethem Nejat’ın Türk eğitim tarihindeki yeri

Üsküdar İdadîsi ve Ticaret Mekteb-i Âlisinden mezun olan Ethem Nejat (1882- 1921) Mutlakıyet döneminde gazetecilik yaptı, Avrupa’ya kaçarak rejimle mücadele etti. 1908’de dönerek kendisini öğretmenlik ve eğitimcilik mesleğine adadı. Manastır, Bursa, İzmir Darülmuallimînlerinde müdürlük, Beden Eğitimi, Pedagoji öğretmenliği ve Muğla, Eskişehir, Adana, İzmir eğitim müdürlüğü yaptı. Eylül 1918’de Almanya’ya gitti ve bu tarihten sonra Marksist görüşleri savundu.

Onun, eğitim tarihimizde yer tutması, aşağıdaki nedenlerdendir:

  1. Eğitimle ilgili önemli eserler yazmıştır: Mektepçilik, Yiğit Türkler, Türklük Nedir ve Terbiye Yolları, Çocuklarımızı Nasıl Büyütmeliyiz? Terbiye-i İptidaiye Islahatı, vs. Ayrıca, daha önce gördüğümüz Yeni Fikir dergisini çıkardı. O, 1918’den önceki döneminde yazdığı bu eserlerde Türk-İslâm düşüncelerinden, milliyetçilik ve yurt­severlikten kaynaklanan görüşler savunmuştur. 1918’den sonra eğitimle ilgili yazı-ları azdır. Bunlardan en önemlisi Darülmuallimînli Gençlere başlıklıdır ve bunlarda Marksist görüşler savunmuştur.
  2. Eğitim düşünceleri özellikle Balkan felâketleri ile gelişmiş, bilgiden çok mîllî duygulara dayanan, gençleri canlı, güçlü, becerikli yetiştirmeye yönelik bir eğitimi savunmuştur. O, Beden Eğitimi, Müzik, El İşleri, Tarım derslerinin önemle ele alın­masını istemiştir.

Bir yazısında şöyle der: “Senelerden beri biz yenilgi için bilerek, bilmeyerek ha­zırlanmışız. Babalarımız, dedelerimiz uyumuşlar, ‘okuma’ diye medreselerin karan-lık ve öldürücü köşelerine çekilmişler, hayat ile ilgisiz yaşamışlar. Mektepler açmı-şız, maksat ‘açtık’ denilsin, sadece bir gösteriş… O açıdan mektepler yine taze ha-yatlar verememiş… İnsan yetiştirememişierdir…

  1. Tarıma dayanan ve köylerin kalkınmasına katkıda bulunacak bir eğitimi ilk savunan, bu konuyu son derece ayrıntılı işleyen bir eğitimcidir. Bu görüşleri ile, Cumhuriyet döneminde açılan Köy Enstitülerinin fikir öncülerinden sayılır.
  2. Çevre korunması ile ilgili olarak ilk kez fikir üreten ve uygulamaya girişen bir eğitimcidir. Bu amaçla, öğrenci ve öğretmenler arasında bir dernek de kurmuş,okullar kanalı ile ilk “ağaç bayramı” etkinliklerini başlatmıştır.
  3. Öğretmen okulu öğrencilerini köylere götürerek köylülerle temas ettirmiş, onlara sosyal çevrelerini tanımayı öğretmiştir. Bu öğrencilere günlerce süren uzun yürüyüşler yaptırarak yurdu tanımalarına çalışmıştır.

Mehmet Âkifin Türk eğitim tarihindeki yeri

Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936), İstanbul’da Baytar Mektebini bitirmiş, bu mes-lekte ülkenin birçok yerlerini gezmiştir. II. Meşrutiyetin ilk yıllarında Halkalı Ziraat Mektebinde Kitabet, Darülfünunda Edebiyat hocalığı yapmıştır. Millî Mücadeleyi desteklemek için Ankara’ya gelmiş, Kastamonu, Konya ve başka kentlerde halkı vaaz’larla kurtuluş yolunda aydınlatmıştır. Burdur milletvekili olarak TBMM’ne girmiş, Şubat 1921’de İstiklâl Marşı’nı yazmıştır. 1926-1936 arasında kaldığı Mısır’da Üniversitede Türk Edebiyatı okutmuştur.

O, l. Dünya Savaşı yıllarına kadar İslâm birliğini savunan bir şairdir ve “kavmiyet” dediği milliyetçilik akımına karşı çıkmıştır. Fakat, olayların milliyetçilik akımını haklı çıkarması üzerine o da bu görüşe yaklaşmış ve İstiklâl Marşı’nda “ırk” terimini benimseyerek kullanmıştır.

Mehmet Âkifin temel eseri, çeşitli zamanlarda yazdığı şiirleri toplayan ve 7 kitaptan oluşan Safahat’ tır. Sanatını toplumsal sorunları, dertleri acımasızca deşmek için kullanan Mehmet Âkif eğitim, öğretim konusuna da pek tabiî eğilecekti. Bu alanda fikirleri şöyledir.

O,  Tanzimattan sonra açılan mektepleri eleştirir: Bu kurumlar “müstehlik” (tüketici) adam yetiştirmektedir. Bunlardan ülkenin işine yarayacak, ihtiyaçlarını giderecek adam çıkmamaktadır. Çünkü öğrenciler “görmeden okumakta, hayatı anlamamaktadırlar”. Mekteplerden çıkanlar Batının müsbet bilimini değil, kötülüklerini alıp gelmektedirler. Bu durumun sorumluları, millî, dinî değerleri tanımayan, halkından kopmuş “muallimlerdir”.

Mehmet Âkif, Safahatın 6. Kitabı olan Âsım’da böyle muallimleri acımasızca eleştirir. Fakat, 4. Kitap olan Fatih Kürsüsünde daha yumuşak ifadelerle muallimlerde bulunması gereken özellikleri dile getirir:

Demek ki atmalıyız ilme doğru ilk adımı,

Mahalle mektebidir işte en birinci adım.

Muallim ordusu derken çekirge orduları Çıkarsa ortaya artık hesap edin zararı, “Muallimim” diyen olmak gerektir imanlı,

Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.

Bu dördü olmadan olmaz: Vazife çünkü büyük.

Mehmet Âkif bir makalesinde, çocuklarımızı kendi yetiştiğimiz biçimde değil, Hz. Ali’nin de dediği gibi gelecek için, ciddî biçimde ve eğitim biliminin esaslarına göre yetiştirmemizi ister. “Bizler, malûmat (bilgi) diye kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne yarar sağladık? Sekiz yaşında ezberlediğim bir çok şeyi ancak otuz yıl sonra anlayabiliyorum! (…) Çocuklarımız bugün de okuduklarını anlamıyorlar, beyinlerinde bilgiyi emanet para gibi taşıyıp duruyorlar. Biz sersem olduk diye çocuklarımızı da mutlaka kendimize mi benzetmeliyiz ?”

Mehmet Âkif, iyi bir öğretimde, öğretmenler kadar iyi ve uygun yazılmış ders ki­taplarının da önemini belirtir.Ona göre, bizim arzulanan biçimde bir toplum olamamamız eğitimimizin hatasıdır. Bizi sadece birey olarak değil, toplum olarak da değiştirip iyileştirecek bir eğitime ihtiyacımız vardır: “Bakıyorum, ayrı ayrı pek iyi adamlarız. Bizi medeniyette dünyalar kadar (pek çok) geride bırakan milletlerin fertlerinde (insanlarında) bizdeki büyüklükler yok. Sonra bakıyorum, bir yere gelince bir heyet-i içtimaiye (toplum) teşkil edemiyoruz. Çünkü o terbiye (eğitim)den yoksunuz. Bizim muhtaç olduğumuz terbiye asıl bu ikinci terbiye olacak.” O,medreseleri de şiddetle eleştirir: Medreseler artık Ibni Sina, Gazali vb. gibi bilim adamları yetiştiremiyor, Kur’an’dan “kuru mânâ” çıkarmakla uğraşıyorlar, “yalancı dünya” felsefesi ile toplumu uyutuyorlar.

Mehmet Âkif, halkın camilerde vaaz ve nasihat yoluyla eğitilmesine de çok önem verir. Der ki: Camiler, halkın aydınlatılması için ne uygun yerlerdir. Fakat ne yazık ki, cahil vaizler, hocalar İslâmî geniş kitlelere yanlış anlatıyor ve onları dinî hikâyelerle meşgul ediyorlar. Ziya Paşa, “bizde son derece önemli iki şey var ki bile bile en yeteneksizlere verilir: Çocuk lalalığı (terbiyeciliği) ve kaza müdürlüğü’ de-mişti. Mehmet Âkif bunlara vaizliği de eklemek gerektiğini söyler.

Bunu da Okuyabilirsin...
Yasallık-Meşruluk, İktidar-Otorite ve Muktedir Olmak

O,vâizlerle ilgili olarak der ki: “Ömründe medrese, mektep görmemiş, üç beş uydurma Hadis ile sekiz on şeni (kötü, anlamsız) masaldan başka bilgi sermayesi bulunmayan ümmî (okuma yazma bilmez) vâizler cami kürsülerine geçeli beri, milletimiz dini umacı gibi hayal etmeye başladı.”

Ona göre vâizler “kâfir oldun!” tehdidi ile cemaatı korkutmaktadır. Oysa halkı aydınlatması gereken bu kişilerin, insanların nasıl yoldan saptıklarını ve doğru yola nasıl getirilebileceğini bilmesi, insanları ellerinden tutup onlara yardımcı olmayı ba­şarabilmesi gereklidir.

Bir yazısında, vâizler için der ki: “Vaaz (camilerde halka verilen öğütler, telkinler) bir isrâiliyât (eskilerin masal ve hurafeleri, vs.) olacaksa, vazgeçtik! Müslüman cemaate artık içtimâiyât lâzım, içtimâiyât! (İçtimâiyât burada, bilim olarak, Sosyolojiden çok, dünyayı, toplumsal olayları anlamaya imkân verecek sosyal, siyasal bilgiler vs. anlamındadır). Doğuda, Batıda, Kuzeyde, Güneyde ne kadar Müslüman varsa zillet (alçak bir durum) içinde, sefâlet içinde, esaret içinde yaşadığını, sefil (yoksul, dur umu alçak) bir milletin elinde kalan dinin mümkün değil yükseltilmeyeceğim bilmeyen, anlamayan vaizi kürsüye yanaştırmamalı. Vaiz milletin geçmişini ve bugününü bilmeli, cemaatı geleceğe hazırlamalı…”

Ona göre Devletin çökmeye yüz tutmasının nedeni, beşikte kulağa fısıldanan, öğretmenler, yazarlar, Devlet adamları tarafından işlenen bir hayat ve eğitim felse­fesidir. Bu, dayakla terbiye vermeyi amaçlayan, korkak, ürkek, hareketsiz, karamsar nesiller yetiştiren bir felsefedir ve en büyük “hatamız” budur. Âsım’da (1919 Safahat: 6) şöyle der :

Zerk etmediler kalbime bir damla ümid,

Hoca, dünyada yaşanmaz, yaşamaktan nevmîd.

Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdı hayat,

Oysa hiç korku bilmeyecektik, heyhat!

Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmeyeni,

“Yürü oğlum” diye teşci edecek yerde beni,

Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,

Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki I Bana dünyaya çıkarken “batacaksın!” dediler. (…)

Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık,

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık, iki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb, Çünkü bîçarenin âtisine imanı harap.

Âsım’ın ilginç bir yönü de şudur: Bu şiirde, Âsim adında bir gencin sözü geçer. Şiir, Mehmet Âkifin ona birkaç arkadaşıyla beraber, “bilim pınarlarının sularını getirmeleri” için Almanya’ya gitmelerini tavsiye etmesiyle son bulur:

Giden üç yüz senelik ilmi tez elden getirin!

Mehmet Âkif, Gölgeler ‘de (1919, Safahat: 7), karamsar yetiştirilen gençlik konusunu tekrar ele alır :

Doğduk, “yaşamak yok size!” derlerdi, beşikten,

Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten,

Telkîn-i hayat etmedi asla bize bir ses,

Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,

Ye’sin bulanık ruhunu zerketmeye baktı;

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı.

“Devlet batacak!” çığlığı beyninde öter de,

Millette beka hissi ezilmez mi ki nerde !

“Devlet batacak I” İşte bu öldürdü şebâbı,

Git yokla da bak, var mı kımıldanmaya tâbi?

Af akma yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı bu Devlet, “batacaktır” demeyeydik.

Batmazdı, hayır, batmadı, hem batmayacaktır,

Tek sen uluyan ye ‘si gebert, azmi uyandır!

Özetle, Mehmet Âkif, mektep ve medresenin ikisinden de o halleriyle ülkeye gerçek bir yarar gelmeyeceğini söylemiş, eleştirileriyle dikkatlerin eğitim konusuna yönelmesinde etkili olmuştur. O, eğitimden Batının bilimi ile Kur’an hükümlerinin ve millî değerlerimizin sentezini beklemiştir. O, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadelenin zor günlerinde nesillerin, beşikten başlayarak, ülke geleceğine ilişkin karamsar değil iyimser yetiştirilmesi gerektiğini haykırmıştır ki, bu belki onun eğitim düşüncemize en önemli katkısıdır.

Ziya Gökalp’in Türk eğitim tarihindeki yeri

Diyarbakır’da Askerî Rüşdiyede, İdadide ve İstanbul’da Baytar Mektebinde okuyan Ziya Gökalp (1876-1924) İttihat ve Terakki Fırkasında yöneticilik yaptı. 1911 ‘de Selanik’te İdadîde İçtimaiyat (Sosyoloji) ve 1913’ten sonra da İstanbul Darülfünununda yine aynı dersi okuttu. Pozitivist Fransız sosyologu Durkheim’in etkisinde kalmıştır. Eğitim tarihimizde yer alması, özetle, aşağıdaki nedenlerden ileri gelir:

  1. Sosyoloji dersini içtimaiyat adı altında ilk kez programlara koyduran ve okutan odur. Felsefe dersinin de programlara girmesine etkisi olmuştur. Ona göre, eğitim sistemimizin asıl hatası, öğrencilerin, aydınların, öğrendikleri ile bir sentez yapıp yaratıcı olamamalarıdır. Oysa bunu, iyi bir Felsefe öğretimi sağlayabilir. İçtimaiyat da Türk toplumunun yapısını öğrenmek, bu yapıyı en uygun şekilde geliştirmek için gerekli bir bilimdir.
  2. Önemli eğitim, kültür ve politika dergileri, kitapları yayınlamıştır. Çıkardığı ya da çıkmasına öncülük ettiği başlıca dergiler şunlardır: içtimaiyat Mecmuası, Millî Tetebbufar Mecmuası, Yeni Mecmua, Küçük Mecmua. Başlıca kitapları: Türkçülüğün Esasları, Türk Medeniyet Tarihi, Türkleşmek-Muasırlaşmak-islâmlaşmak.
  3. Millî eğitim” sorunlarını ilk kez sistemli olarak ortaya atıp işleyen odur. Bu konudaki düşünceleri kısaca şöyledir: O, “millî terbiye ve asrî tâlim” ilkesini ortaya atmıştır. “Terbiye, bir toplumun harsını, kültürünü o toplumun fertlerinde ruhî melekeler haline getirmektir. Hars, cemiyetin değer hükümlerinin tümü olduğuna göre, terbiye ister istemez millî olmak zorundadır. Oysa tâlim, şeniyet (maddî, teknik) bilgilerin fertlere öğretilmesidir. Her toplumun kendine has şeniyet bilgileri yoktur; bu bilgiler bütün insanlığın malıdır. Bu sebeple, tâlim millî değildir.” Ona göre, ilkokullar ile meslek okulları tâlimî, Liseler ise terbiyevî özellik taşımalı, Liselerde yalnızca Türk harsının eğitimi yapılmalıdır. Tâlimî özellik taşıyan ilkokullar ve meslekî okullarda intifaî yani çıkar gözetme, para kazanma amacı vardır. Fakat, terbiyevî özellik taşıyan liselerde sadece hasbî yani maddî karşılık beklemeyen duygular ve Türk harsı geliştirilmelidir. Liselerden çıkanlar, gidecekleri yüksek düzeydeki uzmanlık öğretim kurumlarında artık harsî öğrenim görmeyecekleri için, Liselerin tamamen hasbî ve harsî öğretime yönelmeleri gerekir. Yoksa, toplumun yönetici ve aydın sınıfı, vatanperver, fedâkâr olarak ve çıkar beklemeyen bir şekilde yetişmezse “memleket felâket içinde kalır”.
  4. O, Türkiye’de vatanına en zararlı kimselerin medrese ya da mektepte okuyanlar olduğunu ve bunun da eğitim sistemimizin millî olmamasından ileri geldiğini savunmuştur. “Kozmopolit” dediği eğitim sistemimiz, insanlarda kişilik geliştirmemektedir. 1916’da İttihat ve Terakki Kongresine verdiği lâyihada der ki: “Türkiye’yi diğer ülkelerden ayıran bir özellik var. Başka milletlerde en seciyeii (karakterli, kişilik sahibi) ve ahlâklı kimseler tahsilde en ziyade ileri gitmiş fertler arasından çıktığı halde, bizde çoğu kez bunun zıttı oluyor. Türkiye’de vatan için en muzır (zararlı) adamlar medrese yahut mektepten nasip alanlardır. Meşrutiyetin ilânından beri görülen bir çok olaylar bu çelişkili gerçeği doğruluyor. Türkiye’de medrese ve mektep, terbiye ettiği fertlerin ahlâk ve seciyesini bozuyor. Bizi diğer milletlerden ayıran bu özelliğin sebebi nedir? Bence bunun bir tek sebebi var: Diğer milletlerin eğitimi millî bir nitelikte olduğu halde, bizim eğitimimizin kozmopolit bir halde bulunmasıdır. Eğitimimizin kozmopolit olduğunu anlamak için derin tetkiklere lüzum yoktur. İstanbul’daki kitapçı dükkânlarıyla ders okutulan yerlere tasnif edici bir gözle bakmak kâfidir. İstanbul’da üç tür kitapçı vardır: Sahaflar, Beyoğlu, Bâbıâli caddesi kitapçıları. Sahaflardaki maarif (kültür ve eğitim) Arap ve Acem’e, Beyoğlu’ndaki maarif Avrupa’ya aittir. Bâbıâli caddesindeki Tanzimat maarifi ise bu evvel-kilerin perişan tercümelerinden ve acemice taklitlerinden oluşmuştur. Millî maarifimizin ne kitapları, ne kitapçıları henüz doğmamıştır. Ders okutulan yerler de kitapçılara benzer şekilde üçtür: Medreseler, yabancı mektepleri, Tanzimat mektepleri. Sahafların kitapları medreselerde, Beyoğlu’nun kitapları yabancı mekteplerinde, Bâbıâli caddesinin kitapları Tanzimat mekteplerinde okutulur. Ders okutulan bu üç yerin birbirinden farkları o kadar açıktır ki, herhangi bir Türk ile on dakika görüşmemiz onun hangisinden yetiştiğini anlamamıza yeter. Aralarında bu derin farklarla beraber bu üç ders yeri ortak bir özellik taşır: Oralardan yetişen softa, levanten, Tanzimatçıların üçünde de karakter göremezsiniz. Memleketimizin en büyük hastalığı budur.”
  5. Ziya Gökalp, bugün örgün-yaygın eğitim şeklinde yapılan eğitim tasnifini yapmış, terminoloji geliştirmiştir. Onun “müteazzi terbiye” dediği bugün örgün eğitim, “münteşir terbiye” dediği ise yaygın eğitim karşılığıdır.
  1. Öğretmen sorunlarına eğilmiş, mesleğin itibarının yükseltilmesini savunmuştur, Ona göre, bir ülkede öğretmenlere toplumsal bir değer verilmezse ilim de değer kazanamaz. Öğretmenler, maaş ve mevki bakımından ne kadar yükselirse, o ülkede ilmin kıymeti de o kadar artar. Öğretmenlik mesleği yükseltildiği zaman öğretmenler de yükseleceklerdir. Öğrencileri yükseltmek için de öğrenciliği yüksek görmek gerekir. Gökalp, öğretmenlerin ve ilim adamlarının birbirleriyle temas edecekleri ve fikir tartışmalarının yapılacağı bir “Muallimler Kulübü” kurulmasını ister ve bunun bilim hayatının gelişmesine önemli katkıları olacağını söyler.
  2. Halkçılık, milliyetçilik, layiklik. garpçılık, millî eğitim, millî tarih ve kültür, dilin sadeleşmesi, Türkçe ezan, kadın hakları gibi konularda Atatürk kendisinden esinlenmiştir.
  3. Çocukların beşikten itibaren millî duygularla ve erdemli olarak yetişmeleri için çocuk şiirleri ve masalları yazmıştır.
  4. Üniversite konusunda bizde ilk kez ayrıntılı ve önemli görüşler ileri süren Gökalp’tir.
  5. 1913-1919 tarihleri arasında Darülfünunda İçtimaiyat (Sosyoloji) müderrisi olarak görev yapmış ve bir taraftan da Üniversite ile ilgili görüş ve fikirler geliştirip yayınlamıştır. Bu görüşler kısaca şöyledir: Devlet, Üniversiteye kesinlikle müdahale etmemeli, ona tam bir muhtariyet (özerklik) sağlamalı ve yalnızca çalışma araç ve imkânlarını hazırlamalıdır. Öğrenciler de istedikleri derslere devamda serbest olmalıdır. Bu esaslara dayanan Üniversitede işe yaramaz, cahil hocalar kendiliğinden ayıklanır: Bunlar, değersizlikleri öğrenciler tarafından anlaşılacağı için, istifa ederek ayrılmayı tercih ederler ve yalnızca “muallimliği aşk ile seçenler” saygı sevgi görürler, meslekte kalırlar. Sonuçta Üniversite ve bilim, özgürlük ve özerklikten kârlı çıkar. Fakat Gökalp yeteneksizlerin tasfiyesinde fazla iyimser davrandığını başka yazılarında ortaya koyar. Nitekim o, bir başka zaman, Üniversite hocalarını üçe ayırmıştır :

 

  1. Maaş için çalışanlar
  2. Şöhret için çalışanlar
  3. İlim için çalışanlar.

Fikir akımları bakımından da Üniversite hocalarını şöyie sınıflandırır:

  1. Türkçüler
  2. İslâmcılar
  3. Tanzimatçılar
  4. Kayıtsızlar.

 

Gökalp de, özellikle Emrullah Efendi ve Satı Bey arasında yapıldığını gördüğümüz Tuba Ağacı Nazariyesi tartışmalarına katılmıştır. O, bu Nazariyeyi, yani eğitimde yenileşmeye Üniversiteden başlanması gerektiği görüşünü savunur ve şöyle der: “Millî maarifi Darülfünun kurar, Sultanîlerle İptidaîlere yayar. Bu nedenle, Darülfünun gelişmeden Sultanîler ve İptidaîler gelişme eseri gösteremezler. Millî eğitim, Darüfünûndan başlayarak Darülmuallimînlere, Sultanîlere, onlardan da iptidaîlere inecektir.”

Gökalp, bazı bilimsel toplantıların eğitimin gelişmesindeki önemine ilk işaret edenlerdendir. Temmuz 1917’de şu öneride bulunmuştur: “Muallimler kongresi, terbiye kongresi, ahlâk kongresi, lisan kongresi gibi toplantılar yararlıdır. Bunlar önce ulusal, sonra uluslararası düzeyde yapılmalıdır.”

Ömer Seyfettin’in Türk eğitim tarihindeki yeri

Ömer Seyfettin (1884-1920), Mekteb-i Harbiyeyi bitirmiş, Balkan Savaşlarına subay olarak katılmış, esir düşmüş, İstanbul’a dönünce askerlikten ayrılıp 1914-1920 arasında Kabataş Lisesinde Edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Yüz otuza yakın hikâyesi ile millî edebiyat akımının ilk ve önemli temsilcilerindendir. O da, bir çok aydın gibi, Balkan ve 1.Dünya Savaşları felâketleri içinde yetişmiş, olgunlaşmıştır.

Ömer Seyfettin eğitimle ilgili görüşlerini bazı makale ve kitapçık türü eserleriyle hikâye türü yazılarında dile getirir.Onun, makale ve kitapçık türünden eğitimle ilgili en önemli yazısı Mektep Çocuklarmda Türklük Mefkuresi başlıklı bir kitapçığıdır. Az bilinen bu küçük eserinde, öğrencilere şöyle seslenir:

Bunu da Okuyabilirsin...
Karolenjler Kimdir? Karolenjler İmparatorluğu Hakkında Her Şey

“Elinizde bir çok kitaplar var. Onları okuyor, faydalı şeyler öğreniyorsunuz. Lâkin bu kitaplar Türk milletinin uyuduğu zamanlarda yazıldığı için size mefkûre (ulusal emel, ülkü)nin ne olduğunu öğretemez. Türklük nedir, Türklüğün maksadı, istikbali (geleceği) nedir? Bunlardan haberiniz olmaz. İşte bu küçük kitap size o âlî (yüce) ve mukaddes (kutsal) şeyin büyüklüğünü tarif edecek.”

Ona göre Türklerde öncelikle millî edebiyatın, güzel sanatların, tenlerin, ticaret ve iktisatın gelişmesi gereklidir. Sonra canlanan ve zenginleşen millet, mefkûresini kendisi duyar, bulur. O mefkûre şudur: “Büyük milletler gibi terakki etmek (ilerlemek), kan ve din kardeşlerini sırasıyla esirlikten kurtarmak, Türk adını tarihte tekrar parlatıp Türklükle beraber Müslümanlığa da eski önemini verdirmek.”

Bir çocuğun nasıl “Türk milliyetperveri” olabileceğini ilkeler halinde açıklar. Ona göre, Türk çocuğu;

  • Konuştuğu Türkçeyi sever.
  • Dini gibi milliyetini de sever.
  • Her fırsatta Türklüğü över.
  • En büyük cihangir ve âlimlerin Türklerden çıktığına inanır.
  • Türk tarihini iyi öğrenir.
  • Mesleği ne olursa olsun, Türklüğe hizmet emeli besler.
  • Şahsî hayatının fânî, Türklüğün ebedî olduğunu aklından çıkarmaz.

Falaka hikâyesinde Gönen’de mahalle mektebinde iken dayak, öğrenci muzipliği, öğrenci psikolojisini anlatır. Disiplin aracı falakayı tarifi çok canlıdır: “Hoca efendinin rahlesi önünde top yavrusu, müthiş, tuhaf bir tüfek gibi siyah kayışlı ağır falaka asılı dururdu.” Bir gün kaymakamın yasaklaması üzerine falaka kaldırılır: “Dayak korkusu kalkınca biz kırk çocuk öyle azdık, öyle kudurduk ki. Ne yaptığımızı bilmiyor, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, papuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk. Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan hoca efendi nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Ama baş ucuna asmadı, minderin arkasına sakladı. Şimdi kim kabahat yaparsa eskisinden fazla dövüyordu.”

“1/2” (Bir Taksim İki) başlıklı hikâyesinde, Meşrutiyet döneminde bir taşra İdadi mektebinin köhne, pis durumunu, muallimleri, öğrencileri bitin sardığını, müdürün bu sorunlar karşısındaki vurdumduymazlığını dile getirir. Okulun bu durumu için birşeyler yapmak isteyen muallimlere, müdür yalnızca “vezâif-i dersiyeleriyle meşgul olmalarını” (ders görevleriyle ilgilenmelerini) hatırlatır. Müdür, siyasî bakımdan her devrin adamıdır ve nutuklarla, törenlerle göz boyayıp durumu idare etmekte, hatta Maarif Nezaretinden takdirname almaktadır. O, bu hikâyesi ile, her dönemde eğitimde sıkça görülen bir çarpıklığı ortaya koymaktadır.

Efruz Bey romanının Açık Hava Mektebi kısmında ise Ömer Seyfettin Meşrutiyet döneminde sık rastlanan, “pedagogluğa özenen”, rastgele eğitim önerileriyle ülkeyi “kurtarmaya” çalışan aydınları taşlamaktadır. Romanın bu kısmında, o, amelî (uygulamalı, pratik) eğitim-nazarî (kuramsal) eğitim kutuplarını ve ikisinin de gülünç yönlerini dile getirir. “Okutan okumaz” zihniyetindeki öğretmeni hicveder. Dayağın okullardan kalkmamasını komik bir adalet duygusu ile savunan öğretmen mantığı-nın gülünçlüğünü gözler önüne serer. Yeni terbiye, kişisel azim ve teşebbüs, Anglo-Sakson terbiyesi, tabiat içinde (açık havada) mektep, kitapsız eğitim, öğrenci özgürlüğü vb. gibi o yıllarda ortaya çıkan çeşitli yeni ve moda görüşlerin gülünç ve tutarsız yönlerini gösterir.

Ancak, Ömer Seyfettin, hicvettiği şeylerin doğrusunun nasıl olması gerektiğini ele almaz. Onun, gösteriş ve parlamak için zoraki ve anlamsız yeniliklerden dem vuran sahte eğitimcileri hicvedip eğitim konusunun gerçek uzmanlarına bırakılmasını istediği anlaşılıyor ki, bu da eğitim düşüncemize önemli bir katkıdır. Ömer Seyfettin, bazı hikâyelerinde topluma ahlâkî dersler vermekle (Diyet vb.) I.Dünya Savaşı içinde ve sonunda ülkede ortaya çıkan manevi çöküntüyü dağıtmak için topluma millî duygular kazandırıp kendine güvenini sağlamaya çalışmakla, bütün bunları yaparken sade ve güzel bir Türkçe kullanmakla da eğitim tarihimizde yer tutar. Onun hikâyeleri Türkiye Cumhuriyeti döneminde ders kitaplarında okuma parçaları olarak yer almış, böylece etkisi sürmüştür.

Prens Sabahattin (1879-1948), Devletin yakın bir gelecekte karşı karşıya kalacağı büyük tehlikeyi sezmiş, buna çare olarak fikirler üretmiş, önerilerde bulunmuştur. O, “meslek­i İçtimaî” denen siyasal ve sosyal görüşlerin temsilcisidir. Fransız sosyologu Le Play (1806-1882) den ilham alan bu düşünce mensuplarına göre Türkiye’nin ilerlemesine engel olan “aşırı merkeziyetçi” sosyal yapısıdır, başka şey (din vs.) değil. Kurtuluş, merkezcilikten uzak, bireyci bir yapıya geçmekle sağlanabilir. Prens Sabahattin görüşlerini, Türkiye Nasıl Kurtarılabilir (1913) başlıklı temel eserinde açıklamıştır: Eğitim sistemi bu yapının parçası olarak değişmelidir. Bizdeki gibi çoban ve ilkel tarımcı toplumlarda öğrenime ihtiyaç duyulmaz. Oysa, endüstri ve ticaret toplumlarında eğitime ihtiyaç kuvvetle hissedilir. Ticarî bir toplum yapısına sahip Rum ve Yahudi cemaatlerinde ilköğretimden başarılı biçimde yararlanılması bundandır. Müslüman çoğunluk için ise, “ülkemizde tarım geridir, çünkü çiftçi bilgisiz” demekle birşey açıklanmaz. Sorun, tarımla uğraşan kitlenin bunu ilerletmeye yarayacak örgütten yoksun olmasından başka bir şey değildir. Gelişmemiş kalmak gibi, bilgisizlik de bunun kaçınılmaz bir sonucudur.

Prens Sabahattin’e göre, Ingiliz gençleri Fransızlara oranla Liselerden yarı bilgisiz çıkıyorlar, fakat hayata atılınca onlardan daha başarılı oluyor ve daha büyük bir güç meydana getiriyorlar. Nedeni, bireyci yapıda (İng.) eğitim bir araç, bütüncü yapıda (Fr.) ise amaçtır. Bireyci yapı, kişisel yükselme ve bağımsızlığa götürür.

Meşrutiyet döneminde Prens Sabahattin’in düşünceleri doğrultusunda bir eğitim akımı da oluşmuştur. Bu amaçla, Fransız yazar E. Demolins’in ünlü eseri, Anglo-saksonların Esbab-ı Faikıyeti (üstünlük nedenleri) Nedir? başlığı ile Türkçeye çevrilmiştir (1914). Fransız yazar bu eserinde, Anglo Sakson ırkının (Ingilizler ve Kuzey Amerikalılar) dünyanın yönetiminde âdeta Roma İmparatorluğunun mirasçıları olduğu, oysa Fransa, Almanya, Ispanya, Italya Devletlerinin sömürgelerinde her bakımdan gerilik hüküm sürdüğü gözleminden hareketle bunun nedenlerini araştırır. Yazara göre bazı eğitimsel nedenler şunlardır:

Anglo-Saksonlar, çocuklarının kişiliklerine saygı gösterir, onları bağımsız, özgür yetiştirirler, beden sağlıklarına ve gelişmelerine önem verirler. Onlara el işleri öğretirler. Anglo Saksonlar maddî hayata ve pragmatik yani faydacı amaçlara değer verirler. Onlar için kitabî, kuramsal bilgiden çok uygulama önemlidir. Fransa’da bir aile babasına şu soru sorulur: “Oğlunuzu ne yapacaksınız?” O da ciddiyetle, Hâkim, memur, yapacağım” der. Çünkü bir Fransız baba sürekli çocuklarının geleceğini düşünür ve bu geleceği daha ziyade memuriyette görür. O, çocukları ileri yaşlarda iken bile, onlar için her türlü fedakârlığı yapmayı görevi bilir. Oysa bir Anglo Sakson baba, “her neslin kendi kendini kurtarıp hayatını kendisinin kazanmasını ister.”

İşte Prens Sabahattin Türkiye’de de Anglo Sakson eğitim anlayışının benimsenmesini istemiştir. Bu fikirler II. Meşrutiyette ve Cumhuriyet döneminin özellikle başlarında çok tartışılan eğitim konularını oluşturmuş, hatta Cumhuriyetin başlarında resmî bakış açısı tarafından da kısmen benimsenmiştir.

İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun Türk eğitim tarihindeki yeri

İstanbul Darülfünûnu Tabiiyat şubesini bitiren Baltacıoğlu (1886-1978), Meşrutiyet döneminde Darülmuallimîn ve Darülmuallimatta ve Darülfünûnda Pedagoji, Elişleri, Yazı öğretmenliği yaptı. 1918’den sonra orta ve yüksek öğretim müdürlüklerinde bulundu. 1923’ten itibaren bir süre Darülfünûn Eminliği (Rektörlüğü) yaptı. Etkinliğini Cumhuriyet döneminde de sürdürdü. Başlıca eğitim görüşleri ve etkinlikleri:

  1. Birçok konferans, yazı ve kitabıyla, eğitim sistemimizin yenileşmesi için çaba harcamıştır. O dönemdeki başlıca eserleri: Tâlim ve Terbiyede İnkılâp, İzmir Konferansları, Terbiye İlmi, Maarifte Bir Siyaset, Terbiye ve İman, Kalbin Gözü.
  2. Ona göre, “cılız, ruhsuz, korkak nesiller yetiştiren, millî olmayan eğitim sistemimiz, geri kalmamızın ve felâketlerimizin tek sorumlusudur”. 1914 tarihli bir yazısında der ki: “Bulgarlar, Yunanlılar Rumeli’yi bizim kafamızdan değil, ellerimizden, kollarımızdan ayırdılar. Biz, elsiz, kolsuz, bacaksız, kalbsiz, kansız, cansız millet, biz bayrak sevmeyen, geçmişine, dedelerinin mezarlarına saygı duymayan, camilerin avlularına pisleyen, çeşmelerin yalaklarını süprüntü ile dolduran biz, Elifbadan, Kıraattan, Hesaptan evvel kanda, canda, ruhta inkılâplara muhtaç bir milletiz. Biz, eğer yaşamak istiyorsak, çürüyen ciğerlerimizi, kamburlaşan vücudumuzu, körleşen zekâmızı, sönen kalbimizi kuvvetle, imanla dolduralım.”
  1. Üretime, yaratıcılığa dayanan bir eğitim sistemi savunmuştur. Eğitimin amaçları arasında “üretici adam yetiştirmeyi” gösterdiği için Ziya Gökalp ile aralarında Muallim dergisinde ilginç tartışmalar çıkmıştır (Gökalp, ancak her milletin harsı kendi eğitimi için amaç olabilir görüşündedir).
  2. Meşrutiyet dönemi sonlarına doğru, “biz yeni eğitimciler, köyü okul kanalıyla değiştirmeye çalıştık, olmadı; okulu değiştiren köy fikrî üzerinde durmalıydık” demiş ve köy eğitimi üzerinde durmuştur. Ona göre, tarıma dayanan bir sıbyan mektebi, tarımsız bir Darülmuallimînden daha yararlıdır.
  3. Eğitimde güzel sanatların önemini ilk ileri süren ve savunan eğitimcilerimizdendir. Gerçek toplumsal kurtuluşu ressamlar, şairler, tiyatro sanatçıları, müzisyenlerin çabalarında görür: “Sizler bu milleti kurtaracaksınız, sizler bu mîllete kan, can, hırs, emel vereceksiniz. Sizin vereceklerinizi Darülfünûnlar bile veremez. Bu millet kitapsızlıktan değil, duygusuzluktan ölecek!”
  4. Herkesin “eğitim” diye bağırdığını, fakat bundan “mektep açma, okutup yazdırmadı anladığını, oysa bunların araç olduğunu, eğitimin asıl amacının iş, çalışma, yükselme, kurtuluş için bir hırs, emel kazandırma olduğunu söyler. Ana babalar, muallimler, “uslu çocuk” yetiştirmeyi amaçlarken, “korkak, durgun, pısırık, esir, boyun eğen” insanlar yetiştirdiklerini bilmezler. Onların yanlış terbiye anlayışları imanları kadar sağlamdır ve bunların değiştirilebilmesi için inkılâplar gereklidir. “Zaman bu inkılâpları hazırlayacaktır.”
  5. Eğitim reformuna ait temel görüşleri şöyledir (1912): “Mekteplerimizde malûmatlı, terbiyeli, hafızası kuvvetli, parlak ifadeli gençler yetişiyor, fakat adam yetişmiyor, memleketin muhtaç olduğu, faal, girişimci, azimli, cesaretli adam Memleketimizin bu aczi, tâlim ve terbiyemizin bu müthiş iflâsı karşısında yalnız bir çare buluyoruz: Programları değiştirmek. Program! Program! Fakat memleketin eğitimi program değiştirmenin adam yetiştirmediğini senelerden beri tecrübe etti: Bundan 20-30 sene evvel Fransa mekteplerinden sökülüp getirilen programlar, bu memleketin terbiyesinde esaslı olarak hiçbir şey değiştirmemiştir. Fransa gibi eğitimde pek de birinci sırada bulunmayan ülkelerin değil, ABD gibi her hususta yeni ve gelişmiş bir memleketin en mükemmel mekteplerinin en son programlarını da getirsek yine boştur. Çünkü gerçekte, eğitimin kalbini besleyen daha gizli, daha kuvvetli damarlar vardır. Bu can damarları, genel olarak, derslerin sayısı ve sırasıyla, kitap yapraklarının çokluğu ile, hafızanın kuvveti ile ilgili olmaksızın güçlü etkilerde bulunur. Bu öyle bir şeydir ki, çeşidine göre, bazan en iyi programlar izleyen bir mektepte en basit bir hayat meselesini tahlilden, en ufak bir teşebbüsü yapmaktan âciz adamlar yetiştirir; bazan da en fena programlar izleyen, en az bilgi veren bir mektepte, bir toplumun mutluluğunu sağlayacak sağlam kafalar, demir eller, metin seciyeler, yüksek emeller vücuda getirir. Bu şey, mektebin usûl-i terbiyesi, yani usûl-i inzibatı ve usûl-i tedrisidir. Usûl-i inzibattan, öğrencilerin hareketlerine verilen hürriyetin derecesini anlıyorum.” Baltacıoğlu, halk eğitimiyle de ilgili önemli görüşler ileri sürmüştür.
Gönderiliyor
Kullanıcı Oyları
( oy)

Yorum Bırak