Bu Yazıda Neler Var?
1485’de, İspanya’nın Merida bölgesinde doğan Cortes’in büyük hedefi ise uzak diyarlara gitmekti. Rüyaları gerçek olan Cortes, 1504’te İspanyol komutan Velazquez’in Küba seferine katılır. Bu sayede denizcilik ve gemicilikte palazlanmaya başlar.
18 Şubat 1519’da Yucatan yarımadasına büyük sefere çıkar. Burada keşfettiği imparatorluk sayesinde dünyanın bütün hâzinelerine sahip olduğunu düşünecek kadar kendinden geçer. Aztekler ve onların imparatoru Montezuma ile karşılaşması onun kaderini değiştirecektir.
Küba’nın İspanyolların eline geçtiği zamanlarda oraya yerli köleleri yığıp, ardından keşif yolculuğu için hazırlanır. Oysa gerçek amacı, Meksika’yı ve Aztek altınlarını yağmalamaktır.
Hernan Cortes, 8 Kasım 1519 sabahı ışıklı tapınaklar ve basamaklı piramitlerin ülkesi Aztek imparatorluğuna adım attığında, yanında Azteklerin düşmanları olan Tiasclanlardan da derlenmiş altı bin asker yer alıyordu.
Katledilen Bir Kültür
Keşifler tarihinin en vahşi zamanları başlamak üzeredir. Amacının sadece altın bulmak olduğunu söylemekten asla kaçınmayan Hernan Cortes, Ispanya adına Meksika’yı fethetmeye girişir.
Bu fetih sırasında Cortes’in yanında bulunan Bertal Diaz, anılarında Aztek İmparatoru II. Montezuma ile Ispanyollar adına Meksika’yı işgal eden Cortes’in karşılaşmalarının olağanüstü bir sahne olduğunu yazmaktadır.
İspanyollar sert adımları ve borazanlarının Çalığı eşliğinde ilerlemektedirler, imparatorluğa vardıklarında kentin ana caddesinde onları bekleyen bir kalabalıkla karşılaşırlar. Bu insanların da yavaş adımlarla, ama dalga dalga yaklaşmalarını izlemeye başlarlar. Çıplak ayaklı ve renkli giysili insanlar, omuzlarında altın bir tahtırevan taşımaktadırlar. Renkli kuş tüyleri ve altın parıltılar içinde ölçülü adımlarla ilerleyen kalabalık durduğunda, içinden kırk yaşlarında, uzun boylu, zarif bir adam iner.
Simsiyah düz saçları ve boynunda taşıdığı mücevherleri, bileklerine bağladığı kayış benzeri bağları ve altın sandaletleri olan bu adam çok etkileyici görünmektedir. Cortes’in de atından inmesiyle iki adam karşı karşıya gelmişlerdir. Sanki apayrı çağlar ve dünyalar birbirlerinin gözleri içine bakarak bu yabancı dünyayı çözmeye çalışmaktadırlar.
Montezuma’nın karşısındaki Cortes Batıyı keşfetmiyor, aksine onun tahminlerin ötesindeki zenginliğiyle ilk kez karşılaşıyordu. Keşifler tarihinde ona verilen kâşif namı, kesinlikle gerçeği bütünüyle yansıtmıyordu.
Zaten Cortes de saldırganlığını, tanık olduğu zenginlikler karşısında daha fazla frenleyememişti. Hıristiyan misyonerliği adı altında Meksika ve Aztek İmparatorluğu talan edilmişti. Kültür tarihçilerinden Spengler, Aztek imparatorluğuna karşı girişilen bu istila ve talanı şöyle değerlendirir:
“Bu öldürülen bir kültürdür. Bu kültür içinden zayıflatılarak çökmedi, baskı altına girmedi ve önlenmedi; tersine gelişmesinin en görkemli döneminde öldürüldü. Tıpkı rastgele birinin başını kopardığı bir günebakan çiçeği gibi yok edildi.”
Bu nedenle Hernan Cortes’e, Aztek imparatorluğunun kâşifi ve aynı zamanda da yok edici si diyebiliriz. O, sevdiği kadının odasına dışarıdan tırmanırken duvardan düşen garip bir âşık, asla eğitimini tamamlayamamış bir avukat ve on dokuz yaşında acımasız bir yağmacı olarak şekil ve kimlik değiştiren bir adamdı.
Yirmi altı yaşma geldiğinde, efsanevi altın şehir El-Dorado’yu ele geçirme hayalleri kurmaya çoktan başlamıştı. Ele geçirdiği topraklardan ona da vermek isteyen İspanyol valiye, daha sonra kafa tuttuğunda niyetini iyice belli edecekti: “Ben buraya altın kazanmaya geldim. Bir çiftçi gibi toprak sürmeye değil.”
Oysa işgal ettiği Aztek topraklarında beklemediği bir anlayış ve yardım da görüyordu. Montezuma ona kendi inançları doğrultusunda dua edebilmesi için bir kilise yapma izni verdi. Cortes ve adamları ise, Montezuma’yı tutsak ettikten sonra ona karşı hiç de insaflı davranmadılar.
Altın Deliliği
İspanyollar Montezuma’nın sarayına yerleştikten kısa bir süre sonra, büyük altın odasını buldular. Taze sıva ile sıvanmış bir duvarın ardındakini merak eden askerleri büyük bir sürpriz bekliyordu. Cortes açılan odaya bakamamış, gözlerini yummak zorunda kalmıştı.
Tam karşısında parlak renkli kumaşlar, süs eşyaları, kaplar ve külçeler halinde yığılmış altınlar durmaktaydı. Cortes, çıkabilecek kargaşayı düşünerek duvarı hemen ördürdü. Ne gariptir ki, daha sonra bulunduğu yerden sırra kadem basan bu hâzinenin ancak çok küçük bir bölümü ele geçirilmiştir.
Cortes’in Aztek soylularına ve komutanlarına yaptığı işkenceler bile, bu gizemli odada bulunan altınların yerini öğrenmesi için yeterli olmaz.
İspanyol İşgalciler ve Aztek Mitolojisi
Bütün Güney Amerika uygarlıkları ve Pasifik adalarının mitolojileri ortak bir anlatıma sahiptirler. Onlar, tanrılarının gökyüzünden geldiklerine inanırlar. Dört elementin yaratıcı gücüne ve bunları temsil eden tanrı ve tanrıçalara ait hikâyelere sahiptirler, özellikle tanrılarının beyaz tenli adamlar olduklarından, hafif sakallı yüzleri e kızılımsı sarı saçları olduğundan bahsederler, tanrılar, Aztek dilinde çeşitli adlarla anılırlar. En ünlülerinden Quetzalcoatl, kardeşi ile birlikte bu dünyadaki bir soyun devamlılığını simgelemekte ve bir gün geri dönüleceğine inanılmaktadır.
Azteklerin inanışları, hep gökyüzü ve oradan gelen beyaz tanrıları ile ilintilidir.
Her şeylerini borçlu oldukları tanrı Quetzalcoatl’in Venüs gezegeninden gelmiş olduğuna inanırlar. Ama daha sonra geldiği gibi gitmiştir. İnka imparatorluğunun tanrısı Quetzalcoatl’in benzeri Viracocha’dır ve o da halkına yardım etmiş ve sonra da onları terk etmiştir.
Maya uygarlığının tanrısı Kukulcan’ın hikâyesi de diğerlerinden farksızdır. Yukatan yarımadasını kalkındırıp, sonra da geldiği gibi gitmiştir.
Başka gezegenlerden gelen bu tanrılar, burada yaşayanlara uygarlık ve doğruluk yasaları bıraktıktan sonra güneşe doğru uçup gitmişlerdir. Bu yaygın inanışa göre, onlar bu kıtadaki uygarlığın kurucularıdırlar ve bir gün geri döneceklerdir. Kısacası Aztekler geri dönüşünü bekledikleri ”iyiliksever beyaz tanrılar” inancının kurbanı olurlar, tıpkı bir diğer Güney Amerika uygarlığı olan İnkalar gibi.
Onlar kendilerinden önceki Tolteklerin söylediği gibi, Atzlan diyarından gelen sekiz kabileden biri olduklarına inanırlar.
Azteklerin Atzlan diye adlandırdıkları bu yerin efsanevi Atlantis olduğunu onaylayan tarihçiler ve araştırmacılar vardır. Onlar, Azteklerin ve diğer Güney Amerika yerlilerinin bu efsane kıtadan geldiğine inanırlar. Bugün Kolombiya’daki Santa Marta yerlileri ve Venezüella’nın yerlileri, köklerinin beyaz bir ırka ait olduğunu söylerler ve bugün yerleştikleri bölgelere “Atzlan” adını vermektedirler.
Eski Mexico konusunda yerli geleneklerini toplayan Fransisken misyoneri Juan Torquemada, “Quetzalcoatl, beyaz tenli, sarışın ve sakallıydı” demektedir.
Orta ve Güney Amerika’ya İspanyol ve Portekizli istilacılar çıkmadan çok önceleri kurulan bu uygarlıkların tümünün beklentisi de beyaz tenli tanrıların geri dönüşü üzerinedir. Ne yazık ki, durum hiç de yerlilerin umduğu gibi gelişmemiştir. Beklenen beyaz tenli tanrılar ile karaya altın bulmak için aç, hevesle hücum eden istilacılar arasında ciddi bir fark vardır. Onlar daha çok beyaz tenli tanrıları bile kaçıran istilacılara benzemektedirler. Zira mitoloji şöyle devam eder.
İyiliksever, Venüslü misyoner Quetzalcoatl, bir başka ırk tarafından tehdit edilip bu kıtadan kaçmak zorunda bırakılır. O ve diğer beyaz tenli halk, gemilere binerek güneşin doğduğu yöne doğru giderler.
Anlaşılan o ki, Avrupalı kaşiflerden çok çok önceleri de bu kıtayı ziyaret eden kimseler olmuştur.